Oya Yalıman / [email protected]
Biraz sohbet ediyoruz ve Bülent Bey sahnede... Önce her zamanki nezaketiyle kötü hava koşullarına rağmen kendisine vakit ayırdığımız için teşekkür ediyor. Sonra kısaca kitaptan bahsediyor; "Zaman umut zamanı" diyor. O geceden sonra kitabı 2 günde okuyup hemen Kanyon'daki çalışma ofisinde buluşuyoruz... Kedisi kaşmir de bize katılıyor ve başlıyoruz 45 yıllık anılarını birbirinden değerli söyleşi ortaklarıyla birlikte tartışarak bizlere aktardığı kitabı hakkında konuşmaya...
İşim gücüm budur benim' adlı, iş insanının yeni sorumlulukları hakkında paylaşımlarda bulunduğunuz kitabınızı ne kadar sürede yazdınız? 45 yıllık birikimlerinizi paylaşma fikri nasıl oluştu?
Üzerinde ciddi şekilde son beş yıldır düşündüğüm, geçtiğimiz 2 buçuk yılda da mevcut çerçevesi içinde kağıda döktüğüm bir çalışma oldu. Geleceği tasarlamak üzere yola çıkmış özellikle genç okurlara geçmişin bazı deneyim ve derslerini aktarmak; tarihe not düşmek, bir iş insanı olarak elde ettiklerimizin mutluluğunu ve geleceğe ilişkin umudumu paylaşmak üzere 'İşim gücüm budur benim'i yazdım.
Çok yoğun temposu olan bir iş insanı olarak hangi zamanlarda ve ortamlarda kitabınızı yazdınız? Kitapta önemli başlıklar ve söyleşi ortaklarıyla yapılmış derin konuşmalar yer alıyor. Bu konuşmalar, ne kadar zamanda gerçekleşti? Yüz yüze görüşmelerle mi yapıldı?
Hepimizin işleri oldukça yoğun... Önceliklendirince her şeye zaman bulunabiliyor. Söyleşileri ofiste yüz yüze gerçekleştirdik. Kitabın iki buçuk yıllık yazım aşaması içinde aralıklarla, her bir konu başlığı altında ortalama 3-4 saatlik tek seansta söyleşiler oldu. Kitabın önemli bir kısmı belirli bir yer ve zamana bağlı kalmadan, evde, ofiste ve seyahatte devam eden bir süreç içinde oluştu. Sanırım sabah çok erken saatler ile gün sonları görece en verimli zamanlar oldu.
Konusunda uzman 10 akademisyen söyleşi ortağıyla birlikte görüşmeler yapmaya nasıl karar verdiniz ve isimleri nasıl belirlediniz?
İş insanları olarak çözümüne katkıda bulunabileceğimize inandığım, ülkemiz ve dünyamız için önem taşıyan, öncelikli bulduğum konulara ve sorunların çözümüne, beş ana başlık altında kendi açımdan katkı sağlamaya çalıştım. Kendi bilgi ve deneyimlerimi yeterli görmedim. Görüşlerine çok değer verdiğim tamamı akademisyenlerden oluşan 'söyleşi ortaklarıyla' yaptığımız sohbetler, konulara kendi penceremin dışından da ışık tutulmasını sağladı. Akademisyen söyleşi ortaklarımızın seçimini oluşturduğumuz yayın kurulunun yaptığı çalışma ile belirledik.
Yayınevi seçimi, yazım aşamaları ve kitabın isminin belirlenme süreçlerinde neler yaşandı?
En başta oluşturduğumuz yayın kurulu ile bir mesafe katettikten ve ortaya bir metin çıktıktan sonra Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ile bir araya geldik. Yayınevinin editörleri kitabı inceledi ve yayımlamaya karar verdiler. Yayınevinin belirli standartları, bir üslubu ve yayıncılık üzerine son derece değerli bir deneyimi var. Kendileriyle karşılıklı anlayış ve çok yakın bir iş birliği ile çalıştık. İsim bizim önerimizdi. Mutabık kaldık ve gerekli izinlerin alınmasında kendileri yardımcı oldular.
"Bu kitap; iş dünyasını merak edenler, iş yaşamına yeni giren ya da girmeyi düşünen gençler için yazıldı" diyorsunuz... Kitabı okuyup bitiren bir gencin, hangi duygu ve düşüncelerde olmasını hayal ederek yazdınız?
Okuyucuyu belirli bir duygu ve düşünceye şartlamak istemem. Yeni dünyanın hepimize sunduğu fırsatlar, bu fırsatlarla ilişkili sorumlulukları taşımaya ne kadar gönüllü olduğumuz ölçüsünde kendi hanemizde faydaya dönüşüyor. Bu noktada bir farkındalık yaratabilirsem, büyük mutluluk!
Sizce kitap, radikal kariyer ve iş hayatı tarzı değişikliklerine etki eder mi?
Kitap 'iş insanı olma' düşüncesinin etrafında şekilleniyor. İş insanını, bulunduğu ortamın dışında, laboratuvarda, mikroskop altında değil; onu var eden ekosistem içinde, kurduğu ilişkiler, taşıdığı sorumluluklar ve yaşam amacıyla beraber, açık yüreklilikle anlamlandırmaya çalıştım. Tartıştığımız fikirlerin okuyucuyu nasıl etkileyeceği konusunda yorum yapmak güç. Zira tüm bu fikirler kişinin bilgi ve deneyimleriyle yarattığı kendi süzgecinden geçerek yeni bir fikre dönüşecek. Tek bir kitabın radikal bir değişikliği başlatması muhtemelen oldukça güç... Birçok etken bir araya geldikten sonra bu tür kararları alabiliyoruz.
Kitaptan bölümler üzerine konuşmaya başlamadan önce... Babanız merhum Nejat Bey, mutluluğu; "Bir şeyler yaratmak, yaratırken saygı görmek" olarak tanımlamıştı. Sizinkini öğrenebilir miyiz?
Nejat Bey'in mutluluk tanımı sanırım pek çoğumuz için de geçerli. Mutluluk çoğu zaman erişilmesi güç bir zirve de değil aslında... Mütevazı koşullarda da olsa iyi bir yaşam sürmek, gülmeyi ve paylaşmayı bilmek; aşkı ve içten dostluğu yaşayabilmek de büyük bir mutluluk.
Kitapta her konuda duyarlılık vurgusunu sık sık dile getiriyorsunuz. Sosyal girişimcilik kavramının manası bugün yeni yeni anlaşılmaya başlanırken siz bu kültürle iş yapan bir aileden geliyorsunuz. Bu kavramın, bugün geldiği noktayı ve anlaşılma seviyesini değerlendirir misiniz?
Sosyal girişimciler sürdürülebilir iş modelleriyle filantropların ve sivil toplum örgütlerinin yapamadıklarını yapabiliyor. Atıkların geri kazanılmasından yenilenebilir enerjiye, Afrikalı çocuklara ayakkabı sağlamaktan dünyanın her köşesine temiz su dağıtmaya kadar çeşitli konularda faaliyet gösteren pek çok sosyal girişime rastlıyoruz. Bu nedenle de sosyal girişimcilik tüm dünyada hızla yayılıyor. Bu iş modelini benimseyen kuruluşlar, paydaşlarına sadece talep ettikleri ürün ve hizmetleri değil, aynı zamanda daha da fazlasını sunabiliyor, paydaşlarının değerlerini ve hayallerini de paylaşabiliyor. Sosyal girişimcilik mevcut klasik iş modellerinin içine de giderek daha çok giriyor. İş insanlarının yetkinliklerini ve birikimlerini, yeniden kurulmakta olan dünyada daha etkin olarak kullanabilmeleri için seçeneklerimiz o kadar çok ki... Kendimizi sınırlamak için bir neden de göremiyorum. Bunun için daha geniş düşünmeli, daha yaratıcı ve daha cesur olmamız gerektiğine inanıyorum.
Kitapta 'Dünyanın en iyi saklanmış sırrı: Türkiye' başlığı çok önemli bir bölüm. Çok iyi tasarlanmış ve sağlam bir uçak olarak tanımladığınız Türkiye'yi bugün nerede görüyorsunuz?
Hayal ettiğimiz bir noktada ne yazık ki değiliz. Hangi ülke için hayal edilen noktadadır diyebiliriz, onu da bilemiyorum doğrusu... Her durumda, ne bulunduğumuz, ne de gitmekte olduğumuz yere ilişkin olarak karamsar bir tablo çizmememiz gerektiğine inanıyorum. Gerçekçi olmak, durumu olduğu gibi tarif etmeyi de karamsarlık olarak kabul etmiyorum. Karamsarlık bir seçenek değil çünkü... Kendi varlığımıza aykırı bir duruş. Özellikle iş insanlarının geleceğe ilişkin olarak bir umudu canlı tutmak ve iyimser olmak durumunda olduğuna inanıyorum. Aksi halde nasıl yatırım yapabilir, istihdam ve değer yaratabilirsiniz?
"Doğruları bildiğimizi zannederken şimdi görüyoruz ki asıl bu doğruları tartışmak gerekiyor" diyorsunuz. Bu dönemde tartışma ortamında izleyici olmamak, karar vericiler arasında yer alabilmek için gençlerin ve genç profesyonellerin neler yapması gerekiyor?
Nasihate ihtiyaçları olduğunu düşünmüyorum. Kendileri, yaşadıkları toplum ve insanlık için bir hayali olan gençler neyin yapılması gerektiğini de, çok çalışmaları gerektiğini de biliyorlar. Herkes çok çalışıyor. En başta medeniyet yarışındaki rakipleriniz. Dolayısıyla gerçek bir fark yaratmak için neler yapabileceğimize sanırım daha fazla kafa yormak gerekiyor. Bu sorunlar bizi aşar, diyerek kenara oturmayı seçenler, sorumluluk bilinciyle hareket edenlere kendi geleceklerine ilişkin kararları da alma fırsatını sunuyor. Böyle düşününce kendi hayallerinizin kahramanı değil, başkalarının hayallerinin parçası oluyorsunuz. Ne mutlu ki, ülkemizin nüfusu da, hayalleri de genç ve son derece dinamik. Cumhuriyetimizin kurucusunun geleceğimizi çocuklara ve gençlere emanet etmesinin nedeni de bu değil mi?
'Kurumların kaptan köşkünde iş insanı' bölümünde Yılmaz Argüden ve Özlem Yıldırım Öktem ile kurumsallaşma, yönetim, kurum kültürü, girişimcilik, iş ahlakı ve yönetişim konularını eğlenceli bir akışla konuşuyorsunuz. Bu bölümde inovasyon ve genel kültür ilişkisine dikkat çekiyorsunuz. İnovatif düşüncenin gelişimi ve yetersiz bulduğunuz genel kültür sahibi olma çabası konularında önerileriniz neler olur?
Kitapta konuyu tartıştığımız çerçeve içinde, inovasyonun kazandığı önem nedeniyle, genel kültürün çok önemli olduğunu düşündüğümü belirtmiştim. Genel kültür olmadan inovasyon olabilir mi? Genel kültürü olmadan kişinin rekabetçi bir değer ortaya koyabilmesi mümkün mü? Rekabetçi bir değer yaratma yarışının giderek daha çetin bir hal aldığı bir dünyada işimizi şansa ve olasılıklara bırakabilir miyiz?
Dünyanın dört bir tarafında üniversiteler, düşünce kuruluşları ve inovasyon merkezleri farklı disiplinlerden uzmanlara özellikle doktora sonrası bir araya gelip fikirlerini paylaşacakları platformlar sunuyorlar. Amaç, bu uzmanlar birbirlerinden ilham alsın, farklı disiplinlerin birikimlerinden faydalansın ve kendi pencereleri dışından da dünyaya bakabilsinler...
İlk bölümde değindiğiniz değişen yönetim paradigmasına ve geleceğin liderleri tanımına Bülent Eczacıbaşı olarak uyum sağlayabildiğinizi, tam anlamıyla kabullendiğinizi düşünüyor musunuz?
Neye, ne kadar uyum sağladığımızı ölçebilen bir cihaz olsaydı keşke... Çevremizdeki insanların geri bildirimleri dışında değişen yönetim paradigmasına ne kadar uyum sağladığımızı anlamanın pek az yolu var. Rekabetçi bir değer ortaya koyan kuruluşlarda kurum kültürünün tamamıyla yeni yönetim anlayışı etrafında şekillendiğini görüyoruz.
Emir ve yetki bekleyen değil, kafalarındaki bilgiye ve edindikleri deneyime dayanan; değişen koşullara hemen uyum sağlayabilen ve çabuk karar alabilen profesyonellerin elinde kurumların geleceği şekilleniyor. Bugünün dünyasında başka türlü başarı şansı olmadığına inanıyorum.
'Ekonominin çarkları arasında iş insanı' çok kritik ve dikkatle okunması gereken, ders niteliğinde bir bölüm. Bu bölümde Refet Gürkaynak ve Murat Üçer ile konuşuyorsunuz. Okuyucular, bu bölümde neler bulacaklar?
Ekonominin sorunları, önümüzdeki fırsatlar ve aşmamız gereken güçlükler üzerinde durduk. Tartışmamızın ana başlıkları, orta gelir tuzağı, inovasyon, verimlilik, enflasyon, kur, teşvikler ve sanayi politikaları gibi ülke gündemimizin değişmeyen konularıydı. Dünyadaki gelişmeleri de dikkate alarak, Türkiye'nin sürdürülebilir büyümesi ve şirketlerimizin başarısı için alınması gereken olası kararları değerlendirdik. Bu bölümün sonunda da, özellikle sosyo-ekonomik gelişmenin temel koşulları ve yatırım ikliminin önemine odaklanarak; Türkiye'nin yeni hikayesinin nasıl olabileceğine dair görüşlerimi aktarmaya çalıştım.
'İş insanı ve gezegenimizin geleceği' hem çok hayati hem de çok özel bir konu... Bu bölümde ise Fikret Adaman ve Hande Paker ile tartışıyorsunuz. Türk iş dünyası, bu alanda size göre ne ölçüde somut adımlar atıyor?
Tanık olduğumuz bazı gelişmeler bize işlerin zaman zaman çok kötüye gittiğini düşündürebilir ve hatta bazen bizi karamsarlığa da itebilir. Bir adım geriye çekilip baktığımızda ise tarihin ileriye doğru aktığını, insanlığın koşullarının sürekli olarak iyiye gittiğini görürüz. Olumsuzluklar yaşanmış, dersler çıkartılmış ve insanlık gereğini yaparak hep yoluna devam etmiş. Bilgi ve becerilerimiz gibi deneyimlerimizin de karar kalitemizin ve algımızın da zenginleşmesini sağladığına inanıyorum. Sihirli bir formülü ne yazık ki yok belirli alanlardaki duyarlılığın yeryüzünde herkese aynı anda ulaşması için. En azından şimdilik... İlerleyen teknolojinin, sorunları çözme ve riskleri bertaraf etme kapasitemizi giderek daha da arttırmasını umuyorum. Geleceğimiz, elimizdeki teknolojik olanakları zamanında ve etkin şekilde kullanabilmemize bağlı olacak gibi görünüyor.
Gerçekçi iyimserlik çok güzel ve umut verici bir kavram... Sorumlu tüketim ve üretimde sürdürülebilirlik hakkında umutlu musunuz? Bu konuda gelecek öngörüleriniz neler?
Kitapta mavi balinanın hikayesi var. Sayıları 400'e inmişken avlanmaları yasaklanıyor. Yoksa yeryüzünden silinecekler. Bugün sayıları 20 binin üzerinde ve daha da artıyorlar. İrademizi ortaya koyduğumuzda dünyanın en büyük canlılarına da, okyanuslara da sözümüz geçiyor. Bu da geleceğe ilişkin umutlu olmak için bize yeni nedenler veriyor.
'Toplumsal oyuncu olarak iş insanı' bölümü neden en zor sınav başlığı ile başlıyor?
En zor sınav para kazanmak değil çünkü... İş insanı değer yaratırken o değerin bütün yaşam döngüsüyle sürdürülebilir bir geleceğin parçası olmasını da güvence altına almak durumunda... Bunu başarabildiğimiz ölçüde bulduğumuzdan daha ileri bir ülkeyi ve daha güzel bir dünyayı çocuklarımıza bırakabileceğimize inanıyorum.
'İş insanı ve kültür dünyamız' bölümü eminim sizin için çok özel... Bugüne kadar topluluğunuzun yaptıklarını, kazandırdıklarını düşündükçe neler hissediyorsunuz?
Kültür-sanat ortamını geliştirerek kalkınmayı hızlandırmak, yaratıcı genç profesyonelleri ve şirketleri kendilerine çekerek ekonomilerine dinamizm kazandırmak, kültür turizmini destekleyerek ülke dışından gelen ziyaretçi sayısını artırmak çabaları çağımızda kentler ve ülkeler arasında yeni bir rekabet alanını ortaya çıkardı. Sanatın her alanda iyileştirici gücüne, yaratıcılık yolunda bir ilham kaynağı olduğuna, bu kanı giderek daha çok paylaşıldıkça ülkemizin de daha da fazla kalkınacağına, mutluluk ve refahına katkı sağlayacağına içtenlikle inanıyoruz. Genelde kurumların faaliyet alanları dışında, kamu yararına çabaları 'sosyal sorumluluk' olarak tanımlanıyor, biz kendimize saygı olarak görüyoruz. Kültür, sanat ve spor alanlarında uzun yıllardır aralıksız sürdürdüğümüz yatırımlarımız var. Ticari faaliyetlerimizde olduğu gibi, sosyal alanda da bunları yatırım olarak görüyor, devamlılığına önem veriyoruz. Benimsediğimiz bu bakış açısının paydaşlarımız tarafında da karşılık bulmasından ve memnuniyet yaratmasından da mutluluk duyuyoruz.